3.12.2025

Son Okuduklarımdan

 “Emanet Dolabı Bebekleri” – Ryu Murakami

Ryu Murakami’nin “Emanet Dolabı Bebekleri” romanı, modern Japon edebiyatının en sarsıcı, en karanlık ve en çarpıcı eserlerinden biri olarak kabul edilir. Eser, hem Japon toplumuna hem de modern kapitalist dünyaya keskin bir ayna tutan, karanlık atmosferiyle etkileyici, temasıyla düşündürücü ve karakterleriyle derin bir roman olarak edebiyat tarihinde özel bir yer edinmiştir.

Hikâye, doğumlarından hemen sonra tren istasyonundaki emanet dolaplarına bırakılan iki bebek Kiku ve Haşi üzerine kurulur. Bu iki karakterin ortak kaderi, roman boyunca toplumun dışına itilmiş, sevgiden mahrum bırakılmış bireylerin nasıl şekillendiğini gözler önüne seren güçlü bir anlatı yaratır.

Murakami, romanın atmosferini sürekli bir tedirginlik ve yabancılaşma hissiyle örer. Hikâye, sadece terk edilmiş çocukların büyüme hikâyesi değildir; aynı zamanda modern toplumun karanlık yüzünün, şiddetin, ihmalin ve sevgi eksikliğinin insan ruhunda açtığı yaraların betimlemesidir. Kiku ve Haşi’nin hayat yolculukları, onları suç, şiddet, karanlık ilişkiler ve tuhaf yeraltı dünyalarının içine sürükleyerek okuru, karakterlerin yaşadığı travmaların kişiliklerine nasıl kazındığını adım adım gösterir.

Romanın dili zaman zaman sert, zaman zaman ise şiirseldir. Duygusal açıdan yorucu ve zaman zaman rahatsız edici olabilir. Murakami, gerçeküstü ögeleri toplumsal eleştiriyle harmanlayarak hem rahatsız edici hem de düşündürücü bir dünya kurar. Hikâyedeki olaylar çoğu kez uç noktadadır; fakat Murakami’nin amacı okuru sarsmaktan çok, “toplumun görmezden geldiği insanlar nereye sürüklenir?” sorusunu çarpıcı biçimde hatırlatmaktır. Bu nedenle romanın karanlık atmosferi, yazarın eleştirel bakışıyla birleştiğinde güçlü bir bütünlük oluşturur. Okura toplum dışına itilenlerin dünyasını tüm çıplaklığıyla gösterirken, aynı zamanda sevgi, aidiyet ve kimlik gibi temel insanlık hallerinin yokluğunun nelere yol açabileceğini ustalıkla yansıtır.

 

“Gecenin Sonuna Yolculuk” – Louis-Ferdinand Céline

“Gecenin Sonuna Yolculuk”, okurun kolay kolay unutamayacağı bir karanlık, umutsuzluk ve insanlık sorgusu romanı. Louis-Ferdinand Céline, savaşın, sömürünün, yoksulluğun ve insan ruhunun çürümesinin içinden geçen bir karakteri takip ederken aslında bütün bir dünyanın yüzüne sert bir ayna tutuyor. Romanın başkahramanı Bardamu, I. Dünya Savaşı’ndan Afrika’daki sömürge topraklarına, oradan ABD’deki fabrikalara ve son olarak Paris’in kasvetli banliyölerine kadar sürüklenen bir anti-kahraman. Onun gözünden yaşam, çoğu zaman acımasız, umutsuz ve kirli bir serüvene dönüşüyor.

Romanı okurken sürekli bir ağırlık hissi oluşuyor; çünkü Céline, insanın içindeki kötülüğü saklamıyor, aksine bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Savaş sahneleri özellikle çarpıcı; kahramanlık ya da yücelik yerine korku, kaos ve anlamsızlık ön planda. Bardamu’nun yaşadıkları insana, “Savaş gerçekten ne işe yarıyor?” sorusunu tekrar tekrar sorduruyor. Afrika bölümünde ise sömürünün ne kadar absürt ve acımasız bir düzende işlediği, ironik ve yer yer grotesk bir dille anlatılıyor. Yazar, dünyanın sahte idealizmiyle alay ederken aslında insanın hayatta kalmak için ne kadar çaresizleştiğini gösteriyor.

Céline’in dili romanın en dikkat çeken yanlarından biri. Kaba, sert, yer yer küstah ve umutsuz bir ton var. Bu üslup ilk başta yorucu gelse de bir süre sonra romanın atmosferiyle bütünleşiyor. Bardamu’nun düşünceleri ve anlattıkları, okurun zihnine keskin bir bıçak gibi işliyor. Yazar, insanlık hakkında söylediklerini süslemiyor, daha çok bir çığlık atıyormuş gibi yazıyor. Bu yüzden kitap hem yoğun hem de duygusal açıdan zorlayıcı.

Romanın Amerika bölümü, modern kapitalizmin eleştirisini ironik bir şekilde verirken; Paris’e dönüş, insanın her ortamda aynı mutsuzluk döngüsüne sıkışabildiğini gösteriyor. Bardamu’nun doktorluk yaptığı kasvetli mahallelerde gördüğü hayatlar, yoksulluğun ve umutsuzluğun en gerçek haliyle sunuluyor. Céline burada hiçbir şeyin düzelmediği, insanların koşullar ne olursa olsun benzer bir karanlığın içinde savrulduğu fikrini güçlendiriyor.

“Gecenin Sonuna Yolculuk” kolay okunan bir roman değil; hem dili hem de anlattıkları bakımından yorucu, hatta zaman zaman sarsıcı. Ancak insan ruhunun karanlık tarafına cesurca bakan, kendi çağını acımasız bir içgörüyle eleştiren çok güçlü bir eser. Bitirdiğinizde insana umut vermiyor belki, fakat dünyaya ve insana dair acı gerçekleri görmezden gelmenin mümkün olmadığını hatırlatıyor. Modern edebiyatın en önemli, en etkileyici ve en provoke edici romanlarından biri olmayı da tam olarak bu nedenle başarıyor.


“Kızıl Darı Tarlaları” – Mo Yan

“Kızıl Darı Tarlaları”, Mo Yan’ın hem destansı hem de bir o kadar sert anlatımıyla Çin kırsalının savaş, yoksulluk ve insan direnciyle örülü dünyasını gözler önüne seren güçlü bir romanı. Kitabı okurken sürekli olarak hem gerçekliğin ağırlığını hem de anlatının mitolojik havasını hissediyorsunuz. Mo Yan, sıradan insanların yaşamlarını, şiddetin ve tarihin acımasız dişlileri arasında nasıl ayakta kalmaya çalıştıklarını hem şiirsel hem de kanlı bir dille aktarırken okuru duygusal olarak da zihinsel olarak da yoğun bir deneyime sürüklüyor.

Romanın merkezinde yer alan aile hikâyesi, Japon işgali döneminin Çin’inde geçiyor ve anlatıcı, kendi aile geçmişini sanki bir efsaneyi anlatıyormuş gibi aktarıyor. Aile fertleri arasındaki ilişkilerde hem sevgi hem nefret hem bağlılık hem de ihanet iç içe geçiyor. Bu karmaşa, Mo Yan’ın karakterlerine olağanüstü bir gerçeklik kazandırıyor. Onlar tamamen iyi ya da tamamen kötü değil; zayıflıkları, tutkuları, hataları ve cesaretleriyle son derece insani bir bütün oluşturuyorlar. Kızıl darı tarlaları ise roman boyunca hem özgürlüğün hem ölümün hem de kaderin sembolü hâline geliyor.

Mo Yan’ın dili oldukça canlı; doğa tasvirleri sanki gözünüzün önünde canlanıyor. Fakat bu güzelliklerin arkasında sürekli bir vahşet, savaşın yarattığı kaos ve insanların hayatta kalmak için girdiği acımasız mücadele var. Yazarın anlatımı yer yer çok sertleşiyor; ancak bu sertlik asla gereksiz hissettirmiyor. Tam aksine, dönemin şartlarını ve insanların yaşadığı trajediyi anlamanız için gerekli bir gerçeklik duygusu yaratıyor. Bir yandan epik bir anlatı okurken, diğer yandan tarihin acımasız yönüyle yüzleşiyorsunuz.

Romanın etkileyici yönlerinden biri de Mo Yan’ın zaman algısını ve kuşaklar arası anlatımı ustaca iç içe geçirmesi. Anlatıcı geçmişe dönerken bugünün gölgesini de hissettiriyor. Bütün bu yapı, kitabın sadece bir aile hikâyesi değil, aynı zamanda bir toplumun, bir coğrafyanın ve bir tarihin kolektif hafızası olduğunu düşündürüyor.

“Kızıl Darı Tarlaları”, okuması kolay bir roman değil; hem şiddetin yoğunluğu hem de anlatının sertliği nedeniyle zaman zaman yoruyor. Fakat bu zorluk eserin gücünü artırıyor. Roman bittiğinde, karakterlerin yaşadığı acıların ve gösterdiği direncin içinizde uzun süre kaldığını fark ediyorsunuz. Mo Yan’ın dünyası hem kasvetli hem büyüleyici; hem gerçeğin acı tadıyla dolu hem de insan ruhunun dayanıklılığına dair güçlü bir hatırlatma. Modern dünya edebiyatında kalıcı bir iz bırakan bu roman, gerçekten derinlikli ve güçlü bir okuma deneyimi sunuyor.


Teneke Trampet (Die Blechtrommel) – Günter Grass


Yayın Yılı: 1959. Modern Klasik, Tarihsel Roman, Politik-Sürrealist Roman. Nobel Edebiyat Ödülü (1999 – genel edebi katkısı için, ama en çok bu eserle özdeşleşir)
Grass’ın dili ironik, katmanlı ve çok katımanlıdır. Roman, zaman zaman ilk şahıs (ben anlatımı), zaman zaman üçüncü şahıs kullanımı ile bilinç akışı tekniğine kayar. Karakterlerin groteskliği, olayların absürtlüğü ve tarihsel fonun ağırlığı çarpıcı bir kontrast yaratır.

Teneke Trampet, II. Dünya Savaşı sonrası Alman toplumunun geçmişle yüzleşme biçimine dönük en sert eleştirilerden biridir. Roman, "Danzig Üçlemesi"nin ilk kitabıdır. Diğer iki kitap: Kedi ve Fare ile Köpekle Kedi Arasında.  1979'da Volker Schlöndorff tarafından sinemaya uyarlanmış ve bu film Oscar ile Altın Palmiye kazanmıştır.

Teneke Trampet, sıradan insanların dehşet verici dönemlerdeki rollerini çarpıtarak ve grotesk bir üslupla sorgulayan, derinlikli bir başyapıttır. Hem bireysel hafızanın hem de kolektif tarihin sorgulandığı bu roman, edebiyatın tarihle hesaplaşmadaki rolünü en çarpıcı biçimde gösteren eserlerden biridir.


Oskar Matzerath adındaki bir çocuğun gözünden anlatılan roman, 1920’lerden başlayarak Nazi Almanyası, II. Dünya Savaşı ve sonrasını kapsayan bir dönemi içerir. Oskar, üçüncü yaş gününde fiziksel olarak büyümeyi reddeder ve bu şekilde kalır. Kendini protesto aracı olarak gördüğü teneke trampeti ile dünyaya karşı isyanını, uyumsuzluğunu ve grotesk gözlemlerini ifade eder. Aynı zamanda, çığlığıyla cam kırabilecek kadar güçlü bir ses yeteneğine sahiptir.

- Oskar, büyümeyi reddederek hem bireysel hem toplumsal olgunlaşmayı eleştirir. Bu karar, yetişkin dünyasının ikiyüzlülüğüne ve ahlaki çöküşüne karşı bir başkaldırıdır.
- Teneke trampet, çocukluk masumiyetiyle değil; sürekli bir başkaldırı, tarihi kaydetme, ve unutmaya karşı hafıza aracı olarak kurgulanır. Oskar’ın trampeti, olayları bastırılmış bir vicdan gibi dile getirir.
- Roman, bireyin tarihi ne ölçüde algılayıp yönlendirebileceğini sorgular. Oskar hem tanık hem anlatıcı hem de suç ortağıdır.
Grass, Nazizm’in sıradan insanlar tarafından nasıl benimsendiğini, toplumsal yozlaşmanın bireyler üzerindeki etkisini, grotesk biçemle gözler önüne serer. Romandaki karakterlerin büyük çoğunluğu doğrudan ya da dolaylı olarak Nazi ideolojisine angaje olur.

Romanın anlatımı, Franz Kafka, Alfred Jarry, hatta Joyce ve Beckett etkilerini taşır. Oskar’ın olağandışı özellikleri (büyümemesi, sesiyle cam kırması) gibi unsurlar, gerçekle masal arasında bir anlatı düzlemi kurar.
“Üç yaşına geldiğimde, artık büyümemeye karar verdim.”

“İnsanlar geçmişi gömmeye çok meraklıdır; bense onu teneke trampetimle hep kazıp çıkaracağım.”


Kötülüğün Şeffaflığı – Jean Baudrillard


Orijinal Adı: La transparence du mal: Essai sur les phénomènes extrêmes
Tür: Felsefe, Kültür Eleştirisi, Postmodernizm
Yayın Yılı: 1990
Temel Kavramlar: Simülasyon, kötülük, etik, kültürel yozlaşma, hipergerçeklik

Baudrillard bu kitabında, Batı uygarlığının “kötülüğü ortadan kaldırma” çabasının, paradoksal bir biçimde kötülüğü daha görünmez ve etkili bir hale getirdiğini öne sürer. Geleneksel anlamda “kötü” olan şeylerin yerini artık anlamdan yoksun, içi boşaltılmış simülasyonlar almıştır. Kötülük artık dışsal bir tehdit değil, sistemin kendisi içinde üretip yeniden dolaşıma soktuğu bir unsur haline gelmiştir.

Kötülüğün Şeffaflığı, Baudrillard’ın postmodern toplum çözümlemelerinde zirve noktalarından biridir. Okuması kolay değildir, ama çağdaş dünyanın yüzeysel ve görsel kültürüne dair çarpıcı analizler sunar. Özellikle günümüz medya düzenini, etik sorunları ve görünürlük takıntısını sorgulamak isteyen okuyucular için güçlü bir metindir.

Simülasyon ve Kötülük - Baudrillard, kötülüğün günümüzde bir "şey" değil, bir temsil, bir görüntü haline geldiğini söyler. Medyada gördüğümüz kötülükler (şiddet, savaş, cinayet) gerçek değil, hiper-gerçek (aşırı gerçek) temsillerdir. Bu da kötülüğün şeffaflaşmasına, yani özünü kaybedip sıradanlaşmasına neden olur.
“Kötülük artık yok olmuyor; aksine, estetize edilerek görünürlük kazanıyor.”

Ahlaki Kodların Çöküşü - Modern toplum, kötülüğü "iyi" ile dengede tutmak yerine onu yok etmeye çalışmıştır. Ancak bu mücadele, aslında etik olanın altını oyar. Ahlaki kutupların kaybolduğu bir dünyada, her şey "nötr" hale gelir; iyi ve kötü, doğru ve yanlış birbirine karışır.

Kültürel Yozlaşma - Tıpkı ahlaki kodlarda olduğu gibi, kültürel üretim de simülasyonlara dönüşmüştür. Sanat, siyaset ve medya gerçekliği temsil etmekten çok, birbirinin kopyası olan yüzeysel imgeler üretir.Baudrillard bu durumu “gerçekliğin pornografik hale gelmesi” olarak tanımlar: Her şeyin görünür olması ama hiçbir şeyin anlamlı olmaması.

Ekstrem Olgular ve Aşırılık - Kitapta “aşırılık” kavramı sık sık geçer. Toplum artık normalin değil, aşırının peşindedir. Aşırılık da tıpkı kötülük gibi tüketilebilir, dolaşıma sokulabilir bir forma bürünür.

Baudrillard’ın Üslubu ve Felsefi Yeri
Baudrillard’ın dili provokatif, metaforlarla yüklü ve zaman zaman bilinçli olarak muğlaktır. Postmodern felsefenin tipik özelliği olan kavramsal oyunlara sıkça başvurur. Okuyucudan dikkatli ve sabırlı bir okuma bekler. Foucault, Derrida ve Lyotard gibi düşünürlerle aynı entelektüel iklimdedir ancak daha radikal ve edebi bir anlatım tarzı vardır.


“Kötülük, sistemin içinde simüle edilir hale geldiğinde, artık yok edilemez olur.”

“Gerçeklik televizyon ekranına taşındığında, gerçekliğini kaybeder.”

“İyi olanın mutlaklığı, kötülüğün şeffaflaşmasına yol açar.”